Herman Hesse'nin en bilinen eseri Siddhartha, bizi bireyin iç özgürlüğüne uzanan bir yolculuğa çıkarıyor. Sıkı durun, çünkü bu yolculuk aslında kendi iç dünyamızda keşfe çıkacağımız bir serüven. Bir nevi kendini tanıma ve anlama süreci...
Bu yazıda kitabı detaylı bir şekilde incelemek ya da özetlemek istemiyorum. Herkesin eseri kendi bakış açısıyla değerlendirmesi gerektiğine inanıyorum.
Hikâyenin özü sizde kalsın; çünkü okurken herkes farklı deneyimler yaşar. Ben de bu yazıda kendi deneyimlerimi paylaşmak istiyorum. Bu eseri yalnızca Doğu kültürü bağlamında okumak, bana göre eksik bir yaklaşım olur. Bireyselciliğin ve hakikati arayışın, aslında çağlar üstü bir tartışmanın içinde yer aldığını düşünüyorum.
Antik Yunan filozoflarında da benzer şekilde hakikati arayan düşüncelerle karşılaşıyoruz. Bugüne kadar birçok düşünce akımı birbirini takip etti. Birbirine yakın, hatta kimi zaman zıt görünen onlarca görüş... Ancak hepsinin ortak bir amacı vardı: Gerçeği bulmak.
İlk blog yazım olması nedeniyle beni ayrıca heyecanlandıran bir başlık oldu bu. Yıllardır kitaplığımda tozlanmış bir şekilde duran bu kitaba nihayet ulaşabildim. Ne kadar da gecikmişim okumakta! Kitabın bana bir arkadaşım tarafından hediye edildiğini fark ettiğimdeyse, içindeki not kalbime dokundu. Yıllar sonra eski bir dosta rastlamak gibiydi.
Hayat Nasıl Bir Paradoks
Kitaptaki Siddhartha karakteri oldukça zeki bir çocuktur. Ancak içindeki tatminsizlik onu derinden mutsuz eder. Her ne kadar dış dünyaya karşı mutlu bir izlenim verse de, iç huzuru bir türlü bulamamıştır. Bu içsel karmaşanın ortasında Siddhartha, hakikati aramaya karar verir. Dostu Govinda ile çıktığı bu yolculukta, başkalarının öğretileriyle hakikate ulaşamayacağını fark eder. Bu farkındalık onu yalnız yürümeye, kendi yolunu çizmeye iter. Önce babasını, sonra da en yakın dostunu geride bırakır.
İşte olaylar da tam bu noktada başlar. Siddhartha, hayatın gerçek yüzüyle tanışmaya ve içinde bulunduğu öğretiden uzaklaşmaya başlar. Ne kadar da benziyor şu anki hayatımıza, değil mi?
Hız, günümüz insanının en büyük düşmanı olmadı mı?
Çevremizde beynimizi sürekli meşgul eden onlarca uyarıcı var. Telefon artık yalnızca bir iletişim aracı değil; adeta hayatımızın ayrılmaz bir parçası haline geldi. İnternete ulaşamadığı için mutsuz olan pek çok insan var. Dünyaya dair zevklerimiz farklı bir boyuta ulaştı. Daha fazla uyarılmak istiyor, giderek zihnimizi kapatıyoruz. Ancak insan doğası son on yıldaki bu baş döndürücü değişime henüz hazır değil.
Hayat yanımızdan akıp gidiyor, bizse anı yaşamaktan uzaklaşıyoruz. En son ne zaman rüzgarı dinlediniz? Doğayla iç içe olmanın önemini ne kadar da çabuk unuttuk.
100 metrekarelik kutucuklarda sahte hayatlarımızı kuruyoruz. Kocaman bir yalan.
Ana Dönmek
İnsan, tüm arayışlarını bir kenara bırakıp aslında ana odaklanmalı. Huzur dediğimiz şey, akışına bıraktığımız anda gizli.
Siddhartha, doğadan öğreniyor “an”da kalmayı. Irmağın sesini dinleyerek... Çünkü doğa bize çok şey anlatıyor.
Doğa, yaşamı olduğu gibi kabullenmeyi öğretir bize.
Hermann Hesse’nin Siddhartha’sı, kendi içsel yolculuğumuzu anlatır. Deneyimlerini izlemeye ve kendi çıkarımlarımızı yapmaya yönşendirir. Birkez okuyup rafa kaldırılacak bir kitap olmaktan ziyade, hayatın belirli dönemlerinde tekrar okunmaya değer olacaktır.
Kendi içimize dönmeye, hayatın akışını dinlemeye davet ediyorum.
Yorumlar
Yorum Gönder